28 Kasım 2011 Pazartesi

YOLCU SEYİT AHMET ŞEN

Yolcu

Günümüz yazarlarını tanıma, yeni yazarlar, yeni söyleyişler keşfetme merakımın devam ettiği şu günlerde bu defa kitapçı rafında dikkatimi çeken Seyit Mehmet Şen ‘e ait Yolcu isimli kitabıydı.
            Yazar hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadan okumaya başladım kitabı. Edebi bir anlatımdan oldukça uzak bir kitap olmasına rağmen konusu ilgimi çekmişti. Köylerinde lise olmadığı için büyük şehirde eğitim hayatına devam etme hayalini kuran bir gencin daha liseye başlamadan, büyük bir şehre gitmeden anne ve babasını bir trafik kazasında kaybetmesi ile eğitim hayatı boyunca verdiği mücadeleyi ve sevdiği kıza kavuşmasını anlatıyor kitap.
            Anne ve babasını kaybedip hayatla bir başına mücadele etmek zorunda olan Ahmet ‘e köylüler yardım etmek istese de o bu yardımları görmezden gelerek bir gün sabaha karşı gizlice evini terk eder ve yoldan geçen bir kamyonete binerek kaderin onu götürdüğü yere doğru gider. Ahmet, kamyon şoförü Yetimin İbrahim isimli kişi ile çok iyi anlaşır ve bu yol arkadaşlığının neticesinde İbrahim, Ahmet’i evine götürür. Eşi ve çocukları ile tanıştırır, bir süre orada kalan Ahmet orada kendini iyi hissetmez ve köyünden çıkarken aldığı bir miktar para ile ev tutar, liseye yazılır ve babasının mesleği olan marangozlukta kendini yeterli görerek mahalledeki bir marangozun yanında işe başlar. Hem parasını kazanır hem de eğitimine devam eder. Kimi zaman okulda başarısız olduğunu, büyük şehirde yaşamın zor olduğunu düşünerek köye dönmek isterse de anne ve babasına verdiği sözü hatırlayarak yaşamına devam eder. Nihayetinde inşaat mühendisi olur ve yıllardır gitmediği köyüne gidip anne ve babasının mezarını ziyaret ederek ”Size verdiğim sözü tutum anne, baba” demek ister. Ayrıca köyde sevdiği kızla da evlenmek ister.
            Bir sabah köye gitmek için hazırlanırken garip görünümlü bir ihtiyar adamın Ahmet’in yanına gelip beni de gideceğin yere götür demesi ve Ahmet’in ondan çekinip tek başına yolculuk etmesi; ama tam köyüne yaklaştığında o garip görünümlü ihtiyarın Ahmet’in yardımına yetişmesi romandaki garipliklerin ilk başlangıcıdır. Sonrasında şeyhler, dergâhlar, ayinler ve türbelerle süslediği anlatımı romana masalımsı bir hava katmış. Dergâhtaki şeyhin Ahmet’in, hayat hikâyesini bilmesi,  yaşamına dair telkinlerde bulunması ve geleceğe yönelik uyarılar yapması romanı gerçeklikten uzaklaştırmıştır.
 Zaten Ahmet’in tanımadığı bir kamyon şoförünün evinde misafir edilişi, çocuk yaşta bu kadar akıllı ve mantıklı hareket edişi, hiçbir hata yapmayıp mükemmel oluşu gibi durumlar beni kitaptan soğutmuştu. Üstüne bir de Ahmet’in şeyhle karşılaşıp mucizevi denilebilecek tarzda şeyler yaşaması ile kitabı okumamı zorlaştırdı.
Oldukça sade bir dille, edebi anlatımdan uzak olarak yazılan bu eserin yazarı hakkında küçük bir araştırma yaptığımda ilk olarak Geredeli olduğunu ve Ziraat mühendisi olduğunu öğrendim. Daha sonrasında ise, tarım üzerine yazdığı kitaplarının bulunduğunu ve siyasi tarzda da kitaplar yazdığını, bazı gazetelerde de köşe yazarlığı yaptığını öğrendim.
Yeni yazarlar tanıma serüvenimde uzun zamandır edebi bir tat almadığım ve hayal kırıklıklarına uğradığım için bir süreliğine bu serüvenden vazgeçmeye karar verdim. Büyük zevkler alarak okuduğum yazarlarımla buluşmaya ve onların eserlerini okurken başka coğrafyalarda, başka hayatlarla buluşmaya gidiyorum bir süreliğine…

24 Kasım 2011 Perşembe

ÖĞRETMENLERİMİZ,GÜNÜMÜZ KUTLU OLSUN


Öğretmenlik, insanlık tarihinin en eski, en anlamlı, en kutsal ve en ölümsüz mesleği olduğunu hepimiz biliriz. Böylesine önemli bir mesleği yapabilmek için öncelikle içimizde büyük bir insan sevgisinin olması gerektiği bir gerçektir. İnsanı sevmek sadece ve sadece ona güler yüz göstermek yardım etmek veya sırtını sıvazlamak değildir. Bence insanı sevmek, onun geleceğini sağlam ve güzel temeller üzerine kurmasına yardımcı olmaktır, yine insanı sevmek ona yılmadan yorulmadan bir şeyler öğretmek, doğru yolu göstermektir. Tüm bunları yaparken de ona güler yüzle, tatlı dille yaklaşmak, anlayışlı olmak, gerektiğinde sırtını sıvazlamak, gerektiğinde ise onu uyarmak demektir. Yüreği insan sevgisi ile dolup taşan tüm Öğretmenlerimiz, Günümüz Kutlu Olsun…

Yüreği insan sevgisi ile dolu olan öğretmenlerimizin bir de bitmez tükenmez bir sabırları vardır. Çevremdeki birçok ana babanın bana :”Biz evde ikisinin üçünün hakkından gelemiyoruz, siz bu kadar çocukla nasıl baş ediyorsunuz, Allah sizlere sabır versin” şeklinde dua ettiklerini, ergenlik çağındaki çocukları içinde ise :”Bizim lafımızı, sözümüzü dinlemiyorlar, siz bir konuşsanız hocam.” diye çaresizliklerini dile getirdiklerini çok iyi biliriz. Sabırla çalışır öğretmenim, ektiği fidanların biri bile çürümesin diye nakış işler gibi yorulmadan, yılmadan emek harcar öğrencilerine ve asla acele etmez meyvelerini toplamak için… Ektiği fidanları sabırla büyüten Öğretmenlerimiz, Günümüz Kutlu Olsun…

Sevgi ile yoğurdukları sabırlarında kocaman kocaman umutları vardır benim öğretmenimin… Hiçbir zaman umutsuzluğa yer yoktur onların yüreğinde. Yetiştirdikleri çocuklarla geleceğe ışık tutacaklarını bilerek çalışırlar. Vatanını, milletini, bayrağını seven, ülkelerimizi daha ileriye götürecek bireyler olarak görür öğrencisini. Bilir ki bunları söyleyerek yetiştirdiği fidanların asla onu yanıltmayacağını… Umutsuzluğa kapılmadan pırlanta gibi nesiller yetiştiren Öğretmenlerimiz, Günümüz kutlu Olsun…

Sevgili Öğretmen Arkadaşlarım,
Bugün öğrencileriniz okul kapılarda karşılayacak sizi, gözlerinde farklı bir ışıltı, içlerinde farklı bir heyecanla sizi görmek, sizin bu özel ve anlamlı gününüzü kutlamak için adeta birbirleriyle yarışacaklar. Sizlere olan sevgisini ifade edebilmek için avuçlarının içinde ya küçük bir hediye ya da yüreğinden gelen tertemiz bir sevgiyle ‘Öğretmenim, Öğretmenler Gününüz Kutlu Olsun.’diyecekler. Bu küçücük bedenlerden gelen kocaman sevgiler biliyorum ki sizin sevgiyle, sabırla ve umutla büyüttüğünüz geleceğimizdir.

Geçmiş ve geleceğe emeği geçen, geleceğimize ışık tutan tüm öğretmenlerin, öğretmenler gününü kutluyorum ve hepsinin önünde saygıyla eğiliyorum





14 Kasım 2011 Pazartesi

NAŞİDE GÖKBUDAK -SIDIKA VE ASIL ADI ATİYE

Türkçe ve edebiyata çocuk yaşta merak sardığını, hukuk fakültesini kazandığı ve ekonomik sebeplerden dolayı bitiremediğini ve evlendikten sonra da eşiyle, çocuklarıyla daha sonrasında da torunlarıyla ilgilendiği için kendine ve edebiyata zaman ayıramadığını bir televizyon kanalında dile getirmişti Naşide Gökbudak. Koskoca bir ömrü sadece çevresindekilere adayıp kendi zevklerini 65 yaşına kadar ertelediğini söyleyen günümüz yazarlarından biridir.
                      Yazarımızın ilk kitabı olan Sıdıka Hanım’ı üç dört yıl önce okumuş; ama yazarını hiç merak etmemiştim. Bu röportajdan sonra Naşide Gökbudak’a ait bir eser daha okuma ihtiyacı duydum ve Asıl Adı Atiye adlı kitabını okudum. İki kitabın birbiriyle bağlantılı olduğunu ve aradan geçen üç dört yıla rağmen Sıdıka Hanım’a ait birçok ayrıntıyı hatırlıyor olmama kendim bile şaşırdım.
            Sıdıka Hanım, Elazığ yöresinde bir ağanın güzeller güzeli bir kızı. Hem güzelliği ile hem de terbiyesi ile birçok kişinin dikkatini çekiyor. Dilşat Hanım, oğlunun eve bağlanıp düzenli bir hayatı olsun diye Sıdıka Hanım ile oğlunu evlendiriyor. Oğlu evliliğinin ilk zamanları düzenli bir hayat yaşasa da içki ve şehvete düşkünlüğü yüzünden gerek karısını gerekse çocuklarını ihmal ediyor. Çoğu zaman eve gelmiyor gelse de içkili olduğu için evdekilere eziyet ediyor. Saray yavrusu bir evde zengin bir hayat süren Sıdıka Hanım mutlu değildir; ama tek tesellisi kayınvalidesi Dilşat Hanım’ın ona her konuda destek olup çocuklarına o dönemin en iyi eğitimlerini verdirebilmesidir. Zamanla Dilşat Hanım tüm işlerin başına geçer; fakat azalan servete engel olamaz. Dilşat Hanım’ın ölümüyle de oğlu daha savurgan bir hayat yaşar ve son olarak ellerindeki konağı da satar
 Çocuklar ile sefaletle mücadele eden Sıdıka Hanım’ın tek hayali kalmıştır o da askeri okulda okuyan oğlu Ziver’in zabit olduğunu görebilmektir. Fakat Ziver’de genç yaşta hayata veda etmesiyle roman son bulur. Kitabı kapattığınız an Sıdıka Hanım’ın  bu dünyaya çile çekmek için geldiğini düşünmekten alıkoyamazsınız.
            Asıl Adı Atiye kitabını elime aldığım an aradan geçen yıllara rağmen romana kaldığım yerden devam ettiğimi hissettim. Sıdıka Hanım hala sıkıntı çekmekte ve küçük bir eve taşınmıştır. Büyük kız Atiye evlilik çağına gelmiş kültürlü güzel aynı zamanda da kendini beğenmiş bir kişi görüntüsündedir. Çocukluğundan beri aşık olduğu Kemal ile evlenme hayalleri kurmaktadır; fakat Kemal’in para için başka bir ile evlenmesi ile hayatında büyük bir darbe alır ve o anki ilk talibi Mustafa ile evlenir. Kocası, Atiye’yi çok sevmekte ve saygı duymaktadır.  Evliliğinin ilk yıllarında Atiye bir sağlık problemleri ile karşılaşır ve çocuk sahibi olamaz. Kocası bu durumu önemsemez; fakat zaman içinde başka bir kadınla ilişki yaşamaya başlar. Atiye Hanım birkaç kez affedip evliliğini kurtarmaya çalışsa da sonunda gururuna yenik düşer ve boşanır.
Atiye Hanım o dönemin en iyi terzilerinden olup gerek kültürü ile gerek giyim kuşamı ve konuşması ile tüm dikkatleri üzerine çekmektedir. Hatta Atatürk adına verilen bir yemeğe kendisi de çağırılmış; fakat kocası çağırılmamıştı. Yemeğe yalnız katılmak zorunda kalmıştı. Kocası Mustafa, karısının her zamana kendinden ön planda olmasına aldırmıyor gibi görünse de aslında bu ezikliğini de eşini aldatarak intikam almıştır.
            Atiye Hanım için yalnızlık günleri başlamıştır. Önceleri yeğenleri ve kardeşleri ile vakit geçirse de zamanla yalnızlığın girdabından kendisini kurtaramaz. Hatta çocukluk aşkı Kemal ile karşılaşır ve onunda karısını kaybetmiş olduğunu öğrenir. Kemal Bey, geri kalan hayatına onunla geçirmek istediğini dile getirir; fakat Kemal Bey, eşine ölürken başka kimseyle nikah kıymayacağına dair söz verdiği için nikahsız yaşamayı teklif eder. Atiye Hanım, Kemal Bey’i çok sevse de büyük aşkını içine gömüp onurunu düşünerek teklifi reddeder. Yalnızlıkla boğuşan Atiye Hanım nihayetinde yalnızlığına yenilir ve hayatının son günlerini ise Elazığ Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde geçirir ve ardından kimsesizler mezarlığına defnedilir.
Yazarımız, her iki kitabındaki kahramanları kendi ailesinden seçtiğini dile getirmiş ve özellikle teyzesi olan Atiye Hanım’ın hayatını anlatmaktan onur duyduğunu dile getirmiştir. Yazarımız kuşaktan kuşağa dinlediklerini kendi hayal gücü ile kurgulamış ve bizlere sunmuştur. Her iki kitabın anlatımı için bir şeyler söylemek gerekirse okuyucuyu yormayan oldukça sade bir dille yazıldıklarını belirtebilirim. Bu sadelikten dolayı edebi bir zevk almak benim için mümkün olmadı. Sanki karşıma bir kişi oturmuş günlük hayata dair bana sıradan bir şeyler anlatıyor gibi geldi. Her iki eserden de çok fazla zevk almasam da, eserin mutlaka okunması gerektiğini söyleyemesem de eserin yine de başarılı olduğunu belirteyim. Özellikle Sıdıka Hanım yazıldığı dönemde satış rekorları kırmıştı. Dolambaçsız, süssüz, karşısındaki ile konuşuyor gibi yazmak da kolay değil, ne de olsa (!) Üstelik zevkler ve renkler tartışılamaz diyerek bu kitabı okuyanlardan yazdıklarıma yorum yapmalarını diliyorum.


7 Ekim 2011 Cuma

CENGİZ AYTMATOV VE ESERLERİNE DAİR...


 


Bu günlerde severek izlediğim Al Yazmalım dizisinin her karesini izlerken aklımın bir köşesinde Türkan Şoray ve Kadir İnanır var. Günümüze uyarlanan dizi de tema aynı; ama kişiler ve olaylar farklı; buna rağmen biz hala Türkan Şoray’dan, Kadir İnanır’dan ve o kırmızı kamyondan izler arıyoruz. Oysa hiçbirimizin aklına Al Yazmalım kitabı veya Cengiz Aytmatov gelmiyor. Halbuki kitaptan sinemaya veya diziye uyarlanan filmler hakkında ahkam kesmeyi çok severiz. Yok Yaprak Dökümü çok bozuldu, Aşk-ı Memnu’nun çok değiştirildi, Hanımın Çiftliği’ni yazan Orhan Kemal yazdığına pişman oldu gibi bir sürü şeyler söylendi yazıldı. Ama nedense Türkan Şoray’ın oynadığı Al Yazmalım filmi, kitabı ne kadar bozmuştu bilen var mı?
            Bu yazıyı yazarken Cengiz Aytmatov’u ve eserlerini hatırlamayı ve hatırlatmayı düşündüm. Bunun için öncelikli olarak lise yıllarında okuduğum kitapları hatırlamayı düşünüp Cemile ve Duyşen Öğretmeni okudum. O dönemde aldığım tat ile şimdi aldığım tat öylesine farklıydı ki…
            Kırgız Türk romancısı olan Aytmatov 1928 yılında doğmuş ve 2008 yılında aramızdan ayrılmıştır. Yazarımız kendi ulusu, kendi gelenekleri ve kültürünü tanıtarak dünya çapında büyük bir üne kavuşmuştur. Yazarımız efsanelerle, masallarla, destanlarla yazılarını beslemiştir. Kırgız Türk kültürünü psikolojisiyle, maddi manevi zenginliğiyle o kültürü yeniden inşa edenlerin evlatlarına yeniden hatırlatmaya çalıştı. Oldukça sade ve akıcı bir dili olan yazarımızı her yaştan ve her kesimden kişilere tavsiye edebilirim.
.
            Bazı eserleri hakkında birkaç şey söylemek ve tanıtmak gerekirse Cemile adlı kitabı ile başlamak isterim. Cemile, aşkı uğruna töreleri çiğnemeyi göze alabilen genç bir kızın hikâyesidir. Olaylar bir Kırgız köyünde savaş zamanında geçmektedir. Cemile erkek gibi yetişen, ağzı sıkı laf yapan, cesur biridir. Eşi savaşa katılmak üzere askere gittiği için birçok işle o uğraşmaktadır. Bu işlerden en önemlisi de her gün kayınbiraderi ile birlikte istasyona tahıl taşımaktadır. Onlara yardım eden kişi de Danyar’dır. Danyar cephede ayağı sakatlandığı için gazi olarak bu köye gelmiş, içine kapanık bir gençtir. Zaman içerisinde Danyar ve Cemile birbirini sever ve her şeyi göze alarak kaçarlar. Okuyucular aslında Cemile’nin yanlış yaptığını düşünse de aşkına saygı duyup ona hak verir.
 Duyşen Öğretmen adlı hikâyesinde ise öğretmen olmanın güzel ve zor yanlarını o kadar etkileyici anlatmış ki bir öğretmenin öğrencisi için ne gibi tehlikeleri göze aldığını okuyunca, ülkenin aydınlanması ve eğitimin önemini için bizlerin hiçbir şey yapmadığımızı görüp kendimize kızacağız. Bir gün köye okul açılır ve Duyşen Öğretmen, okulu onarmak ve öğrenci toplamak için cahil halk ile mücadeleye girişmiştir. Tüm olumsuzluklara karşın okulun tadilatını bitirir ve öğrenciler bulur. Altınay, amcasının yanında oturan öksüz yapayalnız bir kızdır. Hayat ona hep sıkıntı, dayak ve aşağılanma vermiştir. Duyşen Öğretmenin, yardımları ile okula başlayan öksüz kız, bir gün yaşı küçük olmasına rağmen evlenme çağı geldi diye okuldan alınır. Duyşen Öğretmen buna engel olmaya çalışır diye evlendirileceği adam tarafından kaçırılıp tecavüz edilir ve çeşitli işkencelere maruz kalır. Fakat kısa süre sonra öğretmen Duyşen, öğrencisini bulur ve jandarmaların da yardımıyla Altınay’ı önce kocası sayılan adamın elinden sonra da amcasının elinden alıp şehre okumaya gönderir. Daha sonra ülkede yönetim değişmiştir ve Duyşen kalan hayatına postacı olarak devam etmek zorunda kalmıştır. Köyde kimseyle muhatap olmaz ve hayata küsmüşçesine kendini her şeyden soyutlar. Bu esnada da en sevdiği öğrencisi Altınay’da okumuş ülkesi için çok önemli bir kişi olmuştur. Altınay  aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen köyüne gider; ama öğretmeni Duyşen onunla bile muhatap olmaz..Altınay her şeye rağmen köyün tepesindeki yıkık dökük okulları ve kendi elleriyle diktikleri kavaklar yerinde duruğunu görünce mutlu olur.
Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı eserinde ise iki insanın İkinci Dünya Savaşı yıllarında başlayıp hem iş hayatında hem de özel hayatlarında devam eden dostluklarını çok etkileyici bir biçimde anlatmıştır. Kitapta, Kazangap'ın ölümü ve vasiyeti ardından dostu Yedigey'i anılarıyla yüz yüze getirir ve Yedigey bir ömrü bir güne sığdırır, geçmişi hatırlar. İki insanın bir ömre sığdırdıkları dostlukları, sırt sırta verip rahat etmeleri, hem iyi günde hem kötü günde birbirlerine destek olmaları bizi günümüzde böyle dostluklar bulamadığımız için kıskandırsa da dostluğun, arkadaşlığın ne demek olduğunu çok etkileyici bir biçimde anlatıyor ve ister istemez böyle bir dosta ihtiyacınız olduğunu düşünüyorsunuz.
Beyaz Gemi adlı eseri ise annesi ve babası tarafından terk edilip beş altı yaşından beri dedesi tarafından büyütülen adsız bir çocuğun psikolojisi anlatılmaktadır. Yazarımız, dedesinden başka kimse tarafından sevilmeyen bu adsız oğlanın gerçek hayatında mutsuz; ama hayal dünyasında mutlu olmaya çalışan halini daha doğrusu trajedisini çok etkileyici bir şekilde kaleme almıştır. Aslında bu adsız çocuk, geleneğinden ve ailelerinden koparılmış nesilleri temsil ederek tüm insanlığa çok güzel mesajlar vermektedir.
Cengiz Aytmatov’un neredeyse tüm eserlerinde Anadolu insanının saflığını, temizliğini, sıcaklığını ve samimiyetini bulabilirsiniz. Bu nedenle diğer dünya edebiyatı yazarlarından çok daha ayrı bir yeri vardır bizde. Son olarak da demek isterim ki hani Al Yazmalım filmindeki, Türkan Şoray’ı, Kadir İnanır’ı izlerken nasıl bizden biriymiş gibi geliyorsa yazarımızın neredeyse tüm eserlerinde bizden bir şeyler bulmak hiç de zor değil…

21 Haziran 2011 Salı

CANAN TAN -İZ

Hayran olur, imrenir hatta kıskanırım gazetelerde günlük yazı yazan köşe yazarlarını. Merak ederim doğrusu nasıl bulurlar her güne ayrı bir konu. Her gün farklı bir konuyu nasıl bu denli etkileyici ve güzel yansıtırlar şaşıyorum doğrusu. Böylesine imrendiğim birkaç yazarı örnek alarak bir sene öncesinde başladığım yazarlık serüvenimde kimi zaman elime kalem kağıdı aldığım an ardı sıra dökülen sözcükler cümlelere dönüşebilirken  kimi zaman ise  o sözcükler kısa bir cümle bile kurmamak için zihnimin en ücra köşelerine saklanırlar.
Uzun süredir zihnimin ücra köşelerinde saklanan sözcükleri bulmakla meşgul olduğum için yazmaya ara vermiştim. Okuduğum; ama yorumlanmayı bekleyen birkaç kitap kitaplığımda  bana hadi dercesine her gün gözüme ilişiyor. Şöyle bir baktım blokuma neredeyse bir ay olmuş bir şeyler yazıp, paylaşmayalı. Tüm bunları düşünerek güncelliğini hala koruyan Canan Tan’ın İz kitabını tanıtmak istedim.
Okuyucularını yormayan ve her yaştan, her kesimden okuyucuya erişebilen Canan Tan’ın bir kitabını daha okumuş olmanın zevkiyle, bana birkaç saatlik uzakta olan babama olan sevgimi ziyadeleştiren ve ona olan özlemimi gün yüzüne çıkartan esere ve yazara teşekkürlerimi borç biliyorum.
Farklı şehirlerde, farklı hayatlar yaşıyor olsak da benim için baba: Güvenin, gücün, sevginin ve saygının göstergesi olup güçlü ve yaş ne olursa olsun yakışıklı bir prenstir. Nitekim ki İz kitabındaki ana kahramanımız Verda içinde baba, dünyada yeri doldurulamayan biricik kahramandır.
İz, gerçek hayatta da karşımıza çıkabilecek bir baba-kız öyküsünü tüm sadeliği ile okuyucularına aktarmaktadır. Biricik kahramanım diye nitelendirdiği babasına aşık küçük bir kız olan Verda, annesi ile babasının boşanması ile annesinin yanında kalır. Annesi her fırsatta babasını kötüleyip, adının evde anılmasını bile yasaklamıştır. Bu durum karşısında  Verda’nın da  içinde babasına karşı oluşan öfke yumağı büyüse de hala onu çok sevmekte ve onu yeni eşinden ve üvey kardeşinden kıskanmaktadır.
Bir gün aniden bir haber gelir ve babasına hasret olarak geçirdiği günlerin sonunda geç de olsa babasını affeder. Göz yaşları içinde çıkar İstanbul’dan ve ilk uçakla Ankara’ya gider. Acele etmesi gerekir; çünkü kendi silahı ile intihar eden babasının cenazesine yetişmek ister.  Ankara ‘ya ayak bastığı andan itibaren babasına dair anıları gözünde canlanır ve babasından ayrı geçirdiği günlerin pişmanlığını en acı şekliyle yaşar. Bu pişmanlığı bir nevi azaltmak ve vicdanını rahatlatmak için babasının neden intihar ettiğini çözmeye çalışır. Yavaş ve emin adımlarla çalışarak yorucu günlerin ardından babasının ardında bıraktığı sır perdesini kaldırır. Artık vicdanı rahattır; ama özlemi, sevgisi ve pişmanlığı daha bir ziyadeleşmiştir.
Her yaştan ve her kesimden okuyucuya tavsiye edebileceğim ve soluk soluğa okuyacağınız, farklı bir Canan Tan romanı...

4 Şubat 2011 Cuma

KİMYA HATUN - SAİDE KUDS

         Kitapçı raflarında uzun bir süredir görüp de merak ettiğim; fakat okumak için bir türlü fırsat bulamadığım Kimya Hatun kitabını nihayet aldım ve büyük bir heyecan ve mutlulukla okumaya başladım. Kimya Hatun’u; Mevlana’nın evlatlığı, Şems’in hayat arkadaşı, tarikat kültürüyle haremde büyümüş genç, güzel ve zeki bir kız diye tanımıştım okuduğum tüm kitaplarda... Konya ‘dan gelip geçmiş, Mevlana’nın yanında büyümüş, onun terbiyesi ile yoğrulmuş narin bir çiçek gibi görmüştüm onu ve çok sevmiş, hayran olmuştum Kimya Hatun’a.
         Bu kitapta olaylar Kimya Hatun’unağzından anlatılmaya başlanmış. Kimya Hatun’un annesi olan Kerra Hatun, kocasının ölümünden sonra bir bağ evindeki konakta iki çocuğu ve yardımcılarıyla yaşamaya başlar. Kerra Hatun, genç ve güzel olması nedeniyle birçok evlilik teklifi alır ve en sonunda Konya müftüsü olan Mevlana’nın teklifini kabul edip onun haremine yerleşir ve birkaç ay sonra çocuklarını da yanına alır. Buraya kadar her şey o kadar güzel anlatılmış ki kitabı elinizden bir an olsun bırakmak istemezsiniz. Fakat Kerra Hatun’un, Mevlana‘nın haremine yerleştikten sonra yaşanan olaylar insanı kızdıracak türden.
        Saide Kutsi, İranlı bir bayandır. Bu kitabı İran’da en çok beğenilen ve okunan kitaplar arasında yer almış olması ve edebiyat ödülü aldığını düşünerek ne kadar kızsam da kitabı tamamlamayı düşündüm.
        Haremde geçen her hadise benim canımı sıkıyordu. Kitapta neredeyse tüm karakterler kötü tanıtılırken iyi gösterilen sadece iki karakter vardı. Biri Kimya Hatun diğeri ise Mevlana’nın küçük oğlu Alaeddin. Yazarımız roman kahramanlarını haksız yere karaladığı, hatta bazı yerlerde İslam’a, Mevlana’ya, Sultan Veled’e ve özellikle de Şems’e saldırarak onları çok farklı bir kişi göstermeye çalışarak neyi amaçladığını çok merak ediyorum.
        Tasavvuf dünyasının iki dev ismi Şems ve Mevlana birbirlerini tanıdıktan sonra dinsizliğe varan yaşamları, Şems’in genç ve güzel karısına uyguladığı şiddet, tüm insanlığa duyduğu öfke, Mevlana’nın çocuklarına ilgisizliği, kadınlara olan bakışı ve kadınlardan nefret edip onları değersiz görmesi, Sultan Veled’in asabiyeti ve kimse tarafından sevilmeyişi, Sadressin Konevi’nin Mevlana’ya olan öfkesi, kıskançlığı ve düşmanlığı gibi daha sayamayacağım birçok olay içimi öylesine acıttı ki bu ilim, irfan sahibi insanların hayatlarına dair bilgim olmasa bu yüksek şahsiyetler hakkında farklı düşüneceğim.
        Şems Tebrizi’yi karalamak isteyenler için Kimya Hatun bulunmaz bir hazine olmuş diye düşünüyorum. Asırlardır gizemini koruyan Kimya Hatun’un bu denli günahkâr tanıtılması, eşine ihanet ettiği düşüncesi ile Şems tarafından boynu kırılarak öldürülmesi ve Şems’in katil olarak tanıtılmasının bilinçli olarak yapılmış kanaatindeyim. Çünkü çoğu olayın gerçekle hiçbir alakası yok. Şems, Mevlana, Sultan Veled, Kerra ve Kimya Hatun kimdir diye soracak olursak bunun cevabı kesinlikle İranlı yazar Saide Kuds’ün anlattığı kişiler değildir diyebiliriz. Tamam romanlarda kurgu vardır; fakat tarihe mal olmuş kişilerin kişilikleri ve yaşamları kurgulanırsa insanlara yanlış bilgi vermiş oluruz.
        Bu kitap için yazarın ilk romanı olmasının verdiği bir acemiliktir veya yazarın İranlı olmasından dolayı İran’daki yaşamı, kadının değerini(daha doğrusu değersizliğini) göstermek için tarihi bir karekter kullanmasındandır veya en kötüsü “Mevlana Düşmanlığıdır.” Edebiyat ödülü almış bir eser de olsa Mevlana ve Şems’i tanımayanlara tavsiye etmeyeceğim bir kitap olup Mevlana ve Şems’e dair bilgileri olanlar için ise bu kitabın tamamen hayal ürünü olduğunu düşünerek okumaları…
        (Gerçi dikkatli okuyucuların gözünden kaçmayacak o kadar çok hata var ki bu kitapta bunları bir daha ki yazımda kaleme alarak yazarın acemiliğini ve cahilliğini site okuyucularıma göstermeyi düşünüyorum.)

20 Ocak 2011 Perşembe

BUKET UZUNER/ GELİBOLU

 
        
Çanakkale gezisi dönüşünde elime ikinci kez aldığım bu kitap benim için daha bir anlam kazanmıştı. Çünkü görmüştüm şehit kanlarıyla sulanan bu toprakları, o güzel havasını solumuş, soğuk havasını iliklerime kadar hissetmiştim bu güzel şehrin. Gelibolu kitabı tarihsel bir roman olsa da olaylar kurgu ve hayal ürünü olduğu için ne ile karşılaşacağınızı, sonunun ne olacağını tahmin edemediğiniz için merakla okuyabileceğiniz bir kitap diyebilirim.
         Olaylar 1915 Çanakkale Savaş’ında bir Osmanlı teğmeni ile Anzaklı bir askerin bir tesadüf belki de bir mucize eseri karşılaşıp savaşa, ölüme dayalı bir hayatın ortasında bu tüm insanlığa ders veren kardeşliğini sade bir dille ele alan kitabı bir solukta okursunuz.
         Anzaklı bir kız olan Victoria, Çanakkale savaşında dedesini kaybetmiştir. Dedesine dair bir iz bulmak, hiç olmazsa mezarına ulaşmak için atalarını ziyaret etmeye gelen binlerce Anzaklının arasına katılarak Çanakkale’ye gelir.  Victoria buraya geldiğinde kendi dedesi yani Er John Taylor’un bir benzeri olan Gazi Ali Can Çavuş’u hem anlatılanlara göre hem de resimlerindeki benzerliklerine göre kendi dedesi olduğunu düşünür. Bu düşüncesini köylülere anlatınca, onlar ise bu durumu kendilerinin yıllardır kahraman olarak gördükleri Ali Can Çavuş’un üzerine atılan bir leke olduğunu düşünürler. Bu  konuda Victoria’ya yardımcı olmak istemezlerse de Türk misafirperverliğinin verdiği nezaket nedeniyle Ali Can Çavuş’tan miras olarak kalan tek canlı hatıra, kızı yani Beyaz Hala’ yla konuşmasını sağlarlar. Bu konuşmada gerçekler su yüzüne çıkar.  Fakat bu durumun uluslar arası bir sorun haline gelmesinden çekinen Beyaz Hala ve Victoria bu gerçekleri bir sır gibi saklamaya karar verir.

         Yazarımız bu kitapta Çanakkale’ye ait efsanelere ve hikâyelere yer vermemiştir.  Sadece hayalinde canlandırdığı bir olayı çok çarpıcı, etkileyici ve yalın bir dille anlatmış. Buket Uzuner bu kitapta yarattığı karakterler ile milliyetçilik, yurtseverlik kavramlarını çok güzel vurgulamıştır. Çanakkale Destanımıza ait farklı bir kitap okumak isteyenlere tavsiye ederim.