20 Ocak 2011 Perşembe

BUKET UZUNER/ GELİBOLU

 
        
Çanakkale gezisi dönüşünde elime ikinci kez aldığım bu kitap benim için daha bir anlam kazanmıştı. Çünkü görmüştüm şehit kanlarıyla sulanan bu toprakları, o güzel havasını solumuş, soğuk havasını iliklerime kadar hissetmiştim bu güzel şehrin. Gelibolu kitabı tarihsel bir roman olsa da olaylar kurgu ve hayal ürünü olduğu için ne ile karşılaşacağınızı, sonunun ne olacağını tahmin edemediğiniz için merakla okuyabileceğiniz bir kitap diyebilirim.
         Olaylar 1915 Çanakkale Savaş’ında bir Osmanlı teğmeni ile Anzaklı bir askerin bir tesadüf belki de bir mucize eseri karşılaşıp savaşa, ölüme dayalı bir hayatın ortasında bu tüm insanlığa ders veren kardeşliğini sade bir dille ele alan kitabı bir solukta okursunuz.
         Anzaklı bir kız olan Victoria, Çanakkale savaşında dedesini kaybetmiştir. Dedesine dair bir iz bulmak, hiç olmazsa mezarına ulaşmak için atalarını ziyaret etmeye gelen binlerce Anzaklının arasına katılarak Çanakkale’ye gelir.  Victoria buraya geldiğinde kendi dedesi yani Er John Taylor’un bir benzeri olan Gazi Ali Can Çavuş’u hem anlatılanlara göre hem de resimlerindeki benzerliklerine göre kendi dedesi olduğunu düşünür. Bu düşüncesini köylülere anlatınca, onlar ise bu durumu kendilerinin yıllardır kahraman olarak gördükleri Ali Can Çavuş’un üzerine atılan bir leke olduğunu düşünürler. Bu  konuda Victoria’ya yardımcı olmak istemezlerse de Türk misafirperverliğinin verdiği nezaket nedeniyle Ali Can Çavuş’tan miras olarak kalan tek canlı hatıra, kızı yani Beyaz Hala’ yla konuşmasını sağlarlar. Bu konuşmada gerçekler su yüzüne çıkar.  Fakat bu durumun uluslar arası bir sorun haline gelmesinden çekinen Beyaz Hala ve Victoria bu gerçekleri bir sır gibi saklamaya karar verir.

         Yazarımız bu kitapta Çanakkale’ye ait efsanelere ve hikâyelere yer vermemiştir.  Sadece hayalinde canlandırdığı bir olayı çok çarpıcı, etkileyici ve yalın bir dille anlatmış. Buket Uzuner bu kitapta yarattığı karakterler ile milliyetçilik, yurtseverlik kavramlarını çok güzel vurgulamıştır. Çanakkale Destanımıza ait farklı bir kitap okumak isteyenlere tavsiye ederim.












18 Ocak 2011 Salı

MESNEVİDEN HİKAYELER (1)

FARE  İLE  DEVE
Çok eskiden, kendini beğenmiş şımarık bir fare ile, akıllı ve alçak g önüllü bir deve yaşardı.Bir gün karşılaşıp arkadaş oldular.
Fare:
-Sana kılavuzluk etmeliyim! dedi...Yularından çekip istediğim yere götürmeliyim!...
Deve arkadaşının küstahça teklifine razı oldu. Bir süre gittikten sonra küçük bir dere kenarına ulaştılar. Devenin diz kapaklarına bile ulaşmayan su, Fare için uçsuz bucaksız bir deniz gibiydi...
Fare:
-Ben buradan geçemem diye fısıldadı korkuyla...
Deve:
-Ne bekliyorsun? diye çıkıştı. Kılavuz önden gider, dal bakalım suya...
-Ama... diye kekeledi Fare, görmüyor musun su çok derin?
Fare mahcup olmuş, boyundan büyük işlere giriştiği için kıpkırmızı kesilmişti...
-Sizin için küçük ama, bana göre çok büyük bir su....diye inledi. Ben artık kılavuz olmaktan vazgeçiyorum. Keşke daha önceden düşünseydim de boyumdan büyük işlere girişmeseydim.
-Evet, dedi Deve, yumuşak bir sesle, herkes kendi haddini bilmeli ve asla aldatıcı gurura kapılmamalı...

17 Ocak 2011 Pazartesi

ÖLÜLER SENFONİSİ - ABBAS MAROUFİ





   “Ölüler Senfonisi” adlı yazı başlığına tüm dikkatimi verip kapak resmi ile arasındaki kompozisyonu düşünmeye başladım. Kapak resmi o kadar sade olmasına rağmen çok şey anlatıyordu bana. Yalnızlık, hüzün, acı ve ölüm duygularını içinde barındıran, mutluluğu yıllar önce kaybeden insanların dramının ele alınacağını düşündüğüm kitabı elime alarak incelemeye başladım. Yazarı Abbas Maroufi ‘ydi. Adını ilk kez duyduğum bu yazarın İranlı olup ve evrensel olguların vazgeçilmez anlatıcı olduğu yazıyordu kitabın tanıtım kısmında. Aynı zamanda bu eserin 2007 yılında İngiltere’de yılın en iyi 100 kitabı arasında gösterildiğinden de bahsediyordu. Yeni yazarlar tanıma serüvenine başladığım bu günlerde hemen bu kitabı almaya karar verdim.


   Kitabın okumaya başladığım an sık sık geriye dönmeye başladım. Konu oldukça güzel olmasına rağmen ya tercümeden kaynaklanan ya da yazarın tarzından dolayı oldukça zorlandım. Anlamakta güçlük çekip her fırsatta geriye dönmek beni oldukça yormasına rağmen kitabı okuyup bitirmeyi düşünüyor ve İngiltere’de bu kadar beğenilen bir kitabın nasıl olduğunu merak ediyordum.


   Kitapta olaylar bir ailenin mutsuzluğu üstüne örülse de Aydın isimli karakter ön planda tutulmuş. Aydın çocukluğundan beri babasından gerek psikolojik gerek fiziksel şiddet gören ve buna rağmen ideallerinden vazgeçmeyen bir şair. Aydın’ın kıskanç, açgözlü ve babası tarafından en çok sevilen ve babasının yanında çalışan kardeşi Orhan karakteri ile kardeşler arası ayrım yapılmasının kardeşlerin arasının nasıl açıp sevgi ve saygının yitirildiğini gözler önüne seriyor. Aynı zamanda Aydın’ın ikiz kardeşi Ayda diye bir kız var ki bu kız da babası tarafından dışlanan ve kara peçelere büründürülen ve yabancılar görmesin diye dışarıya çıkarılmayıp gün yüzüne hasret kalan hasta bir kız olarak karşımıza çıkıyor. Kitapta bir de Aydın’ın genç yaşta bir kaza sonucu yatağa mahkûm olan kardeşleri Yusuf var; fakat Yusuf ara karakter olarak ele alınmış. Babayı ve dört çocuğu idare etmek için arada kalan ve kocasına karşı gelemeyen astımlı bir annenin ailesini bir arada tutmak için verdiği mücadele dile getiriyor.


   Olayları ve konuları yarım bırakan yazarımız, zamanlar arası hızlı geçişler yapmasından dolayı okuyucuyu zorlayacak bir tarz kullansa da ilerleyen sayfalarda oldukça hareketlenen bir roman olduğunu kabul etmiştim. Fakat kitabın sonuna doğru zamanların karmaşıklığı biraz daha artınca kitabı anlamak da oldukça zorladım. Ne kadar zorlansam da insanların zalimliğinin ve farklılıkları kabul etmeyişinin bir aileyi ne hale getirebileceğini gösteren yazarımız, kendine özgü bir tarz ile güzel bir kitap yazmış diyebilirim. Kitap okumayı seven, farklı tatlar alıp farklı yazarlar tanımak isteyenlere tavsiye edeceğim bir kitap diyebilirim.

14 Ocak 2011 Cuma

BAB-I ESRAR VE KONYA



Türkiye’de, tarihimize ışık tutacak  bazı eski başkentler vardır. Bunlardan biri de Konya ‘dır. Mevlana,Sille, Çatalhöyük gibi tarihimize şahitlik eden yerlerin olması ve Selçuklu devletine başkentlik etmesi bakımından oldukça önemli değerlerlerden biridir. Sokakları buram buram tarih kokan bu şehir, günümüzde bazı romanlarında mekanı olmuştur. Bu romanlardan biri de Ahmet Ümit ‘in kaleminden Bab-ı Esrar’dır. Yazarımız ziyaret için Konya ‘ya geldiğinde Mevlana ve Şems Tebrizi’nin türbesini ziyaret etmesiyle Şems ve Mevlana’ya dair bir şeyler yazma gereği duyar. Böylece yeni romanının konusuna dair büyük ve geniş çaplı araştırma yapmaya başlar.

Baba-ı Esrar romanı, bir cinayet çevresinde bizi Mevlana‘nın Konya‘sına götürüyor. Mevlana ‘nın hocası, Şems-i Tebrizi’nin öldürülerek kuyuya atılması konusunu ele alırken dünyayı, yaşamı, inancı ve aşkı yeniden düşünmemize sağlayan kitap bizlere bir kültürü merak uyandırarak anlatıyor. Yedi yüzyıldır çözülemeyen sır olan Şems Tebrizi cinayeti ve yedi yüzyıldır süren sevda Şems Tebrizi ile Mevlana ‘yı anlatan yazarımız bu yapıtında Mevlevilik temelinde din ve inanç üzerine çok güzel sorular sorup din ile aşk, inanç ile sevda arasındaki ilişkiyi bizlere çok güzel aktarmıştır.

Bizlere kendi kültürümüzün önemli yapı taşlarından biri olan Mevlana hakkında bilgiler vermesi bakımından da önemli bir kitaptır. Mevlana, dünyaca ünlü bir düşünür olmasının yanı sıra büyük bir şairdir de. Avrupa, Amerika, Japonya gibi ülkelerde Mevlana ‘nın şiir kitapları en çok okunanlar arasındadır. Bu demek oluyor ki dünyadaki birçok ülke Mevlana’yı bizlerden daha iyi tanıyor. Fakat günümüzde Mevlana ‘ya dair romanların yazılmasıyla Mevlana’nın Mesnevi adlı kitabı çok satılanlar arasında yer almakla birlikte Konya ‘ya gelen yerli turist sayısında da bir artış gözlenmektedir. Şems ve Mevlana’yı bu kadar güzel anlatan bir eser, bizi bize yeniden hatırlatması bakımından da değerli bir kitaptır.

Dili ve anlatımı bakımından oldukça güzel olan  Bab-ı Esrar, tasavvufi bilgiler verilirken sürükleyicilik bakımından biraz zayıf kalsa da elinizden bırakamayacağınız kadar dolu olup ilk basıldığı ay kırk beş bin civarında satması da bunun göstergesidir

13 Ocak 2011 Perşembe

LEYLA’NIN EVİ

   Zülfü Livaneli, Türk özgün müzik sanatçısı, politikacı, yazar ve yönetmendir. 1946 yılında Konya-Ilgın’da doğmuştur.Zülfü Livaneli bağlama çalmayı eniştesi Turhan Yücel'den Ilgın’da... öğrendiğinde, eniştesi Turhan Bey'in hayatını değiştirecek bir sermayeyi kendisine hediye ettiğinden haberi yok idi.Zülfü Livaneli, müziği ile birçok ulusal ve uluslararası ödül aldı ve eserleri onlarca yerli ve yabancı sanatçı tarafından yorumlandı. Kültür, sanat ve politika alanında Türkiye ‘nin önemli isimlerinden birisi olan sanatçı, sanat yaşamı boyunca 300 ‘e yakın besteye ve 30 film müziğine imzasını attı. Livaneli ayrıca "Arafatta Bir Çocuk", "Geçmişten Geleceğe Türküler", "Sis", "Orta Zekalılar Cenneti", "Diktatör ile Palyaço", "Sosyalizm Öldü Mü", "Engereğin Gözündeki Kamaşma" ve "Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm" ve "Mutluluk" ve Leyla'nın Evi’ ‘’Son Ada’ gibi oldukça güzel kitapların da yazarıdır. Sanatçımız, uluslararası kültür çevrelerinde tanınmakta ve saygı görmektedir.Leyla ‘nın Evi adlı kitabında yerlisi-yabancısı,zengini-fakiri, yaşlısı-genci,sağcısı-solcusu,elit kesimi ve avam kesimi ile adeta Anadolu’nun özeti diyebileceğimiz güzel bir İstanbul hikayesi anlatmış usta yazarımız.

    Baş kahramanımız Leyla, yalılarda doğup büyümüş bir asilzade, bir Osmanlı soylusu, bir İstanbul Hanımefendisidir.Leyla, sonradan görme Ömer ve Necla çifti tarafından dolandırılır ve bu çift,Leyla’ nın boğazda bulunan yalısını satın alırlar ve Leyla Hanım evden çıkmak istemeyince  ona da sahte bir deli raporu alıp yaşlı kadını kendi evinden atarlar.Dışardaki hayata yabancı olan Leyla,sudan çıkmış balık misali kalıveriyor acımasız dünyayla baş başa. Leyla ‘nın uzaktan akrabası olan gazeteci Yusuf, Leyla ‘yo iki gündür evinin bahçesinde oturmakta olarak görünce onu alıp Cihangir ‘deki izbe evine götürür.Fakat evde Almanya’da büyüyen, genç yaşta ailesini kaybeden kötü bir geçmişe sahip rep tarz müziğe merakından dolayı bir grupla tanışıp İstanbul’ gelip Yusuf ile dost hayatını yaşayan asıl adı Rukiye olmasına rağmen Rozi adını kullanan bir kız vardır. Rozi , Leyla’yı önceleri hiç istemez ve ikisi içinde oldukça sıkıcı günler yaşanır; fakat zamanla birbirlerine alışırlar.Leyla Hanım her şeye rağmen evini kurtarma çabasından vazgeçmez. Olaylar öyle bir çıkmaza girer ki Leyla’nın yaşadıkları sizin de içinizi acıtır, çıkmaza giren bu olaylar öyle güzel çözümlenir ki bu sayfaları okurken yüzünüzden tebessüm eksik olmaz. Yazarımızın akıcı,sade, su gibi duru üslubu kitabı ne ara bitirdiğinizi anlayamamanızı sağlıyor. Bir İstanbul öyküsü olarak çok sevilen "Leyla'nın Evi" sahneye de uyarladı. Böylece tiyatro izleyicilerinin de beğenisine sunuldu Öğretici,sürükleyici ve yürek burkan bir hikaye Leyla’nın Evi ile Zülfü Livaneli dünyada sadece yaptığı müzikle değil, çeşitli dillere çevrilen, sinemaya aktarılan ve ödül alan kitaplarıyla da tanınan büyük bir usta olduğunu bizlere tekrar gösterdi.

GÜZEL BİR TAVSİYE…

        
        Afyon Final Dershanesi çalıştığım 2003 yılı Mart ayında dershane tarafından Çanakkale’ye bir gezi düzenlendi. Tüm öğretmen arkadaşların ve diğer personelin katılımıyla gece yarısı otobüslerle yola çıktık. Destanımıza, başarılarımıza, kahramanlıklarımıza dair birçok şey okumuş ve izlemiş olsam da şu ana kadar hiç görmemiştim Çanakkale’yi. Her karış toprağı kanla sulanan bu toprakları biraz geç de olsa görecek olmak beni heyecanlandırmıştı.
         Buz gibiydi Çanakkale’nin havası, insanın içini titretiyordu; ama mutluluk veriyor, coşturuyordu yürekleri… Ne de olsa savaş yıllarında Türk milletinin umudunu artırdığı için bu topraklar zaferin müjdecisiydi.
         Çanakkale Final Dershanesindeki Tarih öğretmeninin rehberliğinde gezdik bu güzelim şehri. Adeta adım adım gezdik bu toprakları… Her köşesine ait bir efsane, bir olay, bir kahramanlık, bir destan dinledik rehberimizden. Askerlerimizin ve devletimizin içinde bulunduğu yokluğu ve zorluğu dinleyip o günleri düşününce içimiz acıdı, gözlerimiz doldu; ama kahramanlarımızın gücünü, cesaretini ve büyüklüğünü duyunca gururdan içimiz neşeyle doldu ve neşeyle hüznü aynı anda yaşattı bu topraklar bize…
         Çanakkale, yerli ve yabancı turistlerin ziyaretleriyle canlanır, neşelenir diyordu rehberimiz. Gerçekten bu şehrin sokakları; kültürü, dili, devleti, dini farklı insanlarla renklenmişti. Bir zamanlar savaşın acımasızlığı ile birbirini öldürmek için karşı karşıya gelen farklı milletler kendi tarihine dair bir şeyler öğrenmek, atalarını anılarda olsun yaşatmak ve atalarının can verdiği toprakları görmek için adeta akın etmişti buraya… Fakat işin en acı tarafı Türk’ten çok yabancılar vardı her yerde. Onlar da atalarının mezarlarını ziyaret ediyor ve rehberlerinin anlattıklarını can kulağıyla dinliyorlardı. Bir an için merak ettim neyi bu kadar dikkatli dinliyorlar ve neye bu kadar şaşırıyorlardı. Atalarının buraya neden geldiğine mi, atalarının buralarda ne işi olduğuna mı şaşırıyorlardı, yokluk içerisinde olan bir millete, atalarının nasıl yenildiği düşünüp atalarına mı kızıyorlardı yoksa sömürge devletlerinin oyununa nasıl geldiklerini mi dikkatlice dinliyorlardı? Belki de yoksulluk ve yoklukla boğuşan Türk milletinin her şeye rağmen tarihe altın harflerle yazdığı kahramanlık destanını dinleyip şaşıyorlardı.
         Bu güzel ve anlamlı gezi ile Çanakkale ‘ye olan ilgim biraz daha arttı ve bu topraklarda yazılan büyük destanımıza dair 2001 yılında yeni çıkan ve satış rekorları kıran Gelibolu kitabı benim için daha bir anlam kazanmıştı dönüş yolunda tekrar okumuştum.
         Bu yıl neler yapacağınıza dair planlarınızı yapmaya başladığınız şu günlerde sizlere tavsiyem mart ayında bir geziye katılmanız. Tarihimiz hakkında bilgilerinizi o mekânları görerek pekiştirmek, o manevi havayı solumak için özellikle de bir rehber eşliğinde atalarımızın destan yazdığı Çanakkale’yi ziyaret etmeyi planlarınız arasına almanızı tavsiye ederim.